26 Eylül 2009 Cumartesi

-devam-

Şimdi de sit alanı'ndaki sit kelimesinin sik le benzerliği üzerinden SİT, SİTTİR esprilerini sıralıyor. dimağını seven kaçsın.

Kırca Ağarınca.


Levent Kırca halen debeleniyor, aynı mizah anlayışını Fox'da zombileştiriyor. Mavi Muammer ve Cevat Kelle noktasında kalmalıydı bence, nitekim çiğliğin sığlığın sınırlarını zorluyor. (nitekim de ne pis kelimedir. ) "Oğlum Gay mi ne?" diye bir skeci yayınlandı demin. Baba, anneye dert açıyor, oğlunun "kırıttığı"ndan, "kırık" konuştuğundan dem vurarak gay/nonoş/top olmasından şüphelendiğini söylüyor. Televizyonda bir sürü "top" görüp onlara özendiğini savunuyor. Bu üç niteleme bir kaç kere -idrakı zor derin bir espriymişçesine- vurgulanıyor, zaten skecin başlıca komedi unsuru bu. Kalanı da bildiğimiz "yaa yaa" " doğru doğru" tepkilerini uyandırmak, "güleriz ağlanacak halimize" civarında gezinen kaba bir güya-ironi zaten. Meğersem, genç (!) (adam kırkını geçti yahu) delikanlınn birçok kız arkadaşı varmış ama her buluştuklarında ya dayak yiyorlarmış ya kız saldırıya uğruyormuş birtakım ahlak zabıtası kılıklı zat tarafından. (Bu anaakım ahlakın öngördüğü ilişkiyi yaşamak bu kadar zorken, sırf sıfatını söylemenin gülünç olduğunun düşünüldüğü gaylerin yaşadıklarının ne kadar zor olduğunu düşünecek seyirci sanıyorum Olacak O kadar Revival izlemiyordur.) Ahlakı korumak kimlere kaldı? tepkisinin beklentisi üzerine kurulu bu skeç, iki yüzlü ahlakın ve ahlakçılığın güzel bir örneğini vererek kastettiğinden bir seviye daha derin bir ironiye yol veriyor. Hâlâ kaba olan bir ironi. Her malzeme yoksunluğunda, her hayalgücü kabızlığında vodvil seviyesine düşmek, cinsel normatizm üzerine kurulu nonoş komedisine başvurmak, Fıkralarla Türkiye programının bile nadiren tercih ettiği bir seçenek artık. Kırca'nın -evde kendi kendine söyleyerek keyiflendiğini düşündüğüm- repliğiyle söyleyecek olursak : "Bizim komedyenimiz böyleyken biz daha çoooooooooookkk sürünürüz." Komedi kimlere kaldı yarabbi.


Mavi Muammer iyiydi.

5 Temmuz 2009 Pazar

güzelleme


Kaldırımların Dili Olmak

Şehir, hiç de masum olmayan bir yaşam birimi. Yaşamın, dünü unutturacak, bugüne « şükrettirecek » kadar kahpe olduğu bir sığınaktan ibaret sadece. Kişinin kendi belleğine bu denli nankörlük edebilmesi ancak kapitalizmin yaratıcı yıkımıyla, yani kendine yeni bir tezgah açmak için bir öncekini -ve dolayısıyla onun etrafında zorunlu olarak ya da hasbelkader oluşmuş tüm yaşayışları da- bir fiskeyle ezip geçmesiyle mümkün olabiliyor. Mekan ile belleğin arasındaki bağların bu kadar kolay koptuğu, kendi yaşadığımız evi, sokağı, mahalleyi tanıyamaz hale geldiğimiz tek şehir olmasa da en iğdiş edilmişi İstanbul belki de.

İnsanın kendi varoluşunu dayandırdığı bütün bir harita, kıytırık bir pazarlama taktiği için silinebiliyor. Olmamış, olmayacak bir şehrin bugün kurgulanıp nostaljisinin pazara çıkarılması; yaşayanlarının sürgüne gönderilmesi gündelikleşebiliyor. Mekan sürekli değişse de, mekan üzerindeki iktidar arayışı süreklilik teşkil ediyor. Simgelerin simgelerle çarpıştırılması uğruna, bir parkla bir minarenin, bir çarşıyla bir sitenin, bir tiyatro binasıyla kim bilir neyin karşı karşıya getirilmesi uğruna; binlerce yaşayış, binlerce varoluş, binlerce anı, binlerce imge itekleniveriyor. Kentin sahibi olan « biz » uyurken, bir takım kravatlı, kalın enseli adamlar benim bahçeme, benim sokağıma, evime tecavüz ediyor. Yürümek gibi gündelik ve doğal bir hareket, kolluk kuvvetleriyle didişmenin gerekeceği bir eyleme dömüşüyor, yaya ancak saydam ve sinik olduğu sürece kaldırımda adımlayabiliyor.

Tüm bu hezimet karşısında iş görebilecek, hem gözü hem dimağı doldurabilecek ve klasik-akademik ukalalığın ağzını tıkayıp gerçekten harekete geçebilecek bir savunma da var elbette. Kıyıda, köşede, hep geçmek zorunda olduğumuz bir sokağın kenarında, her sabah manevra yapılan bir kıvrımda hep birşeyler kendini bize dayatıyor. Bu bazen sert bir emir, bazen aklı kurcalayacak bir portre, eğreti bir cümle oluyor. Kendini tekrarlayıp belleklere zorla giren sokak sanatı, en zor geçiştirilebilecek sanat belki de, çünkü her köşebaşında aynı sokak sanatçısının farklı bir yapıtıyla karşılaşınca hafızayı uyandırmak zorunda kalıyorsunuz. «Ben bunu bir yerde görmüştüm » ler, sokak isimlerini hatırlamaya, kişinin yaşadığı yerin haritasını aklına kazımasıyla, varoluşunun fizikselliğine sahip çıkmasına kadar gidiyor. Mal mal (!) reklam panolarını izleyerek değil, gerçek bir şeyler görerek yürümek mümkün oluyor. Yarın bir gün, mahallenizin ortasına fallik bir işhanı dikileceği zaman, onu üç hafta sonra değil, binanın temeli atılırken ve onu alaşağı etmek hâlâ mümkünken farketmeniz olası hale geliyor. Direncinizin geç kalmaması için boyamanız gerekiyor. Yolları kaybetmemek için, şehri okuyabilmek gerekiyor ve graffiti bu okuryazarlığı sağlıyor. Hem de sadece bakmak yeterli. Böylesi kalleş bir yıkıma ancak sokaktaki müdahele yetişebiliyor ve sokağın burada ve herkes için olduğunu hatırlatıyor.

Kenti ağlak bir edebi metinden çok bir manifesto olarak yaşayabilmek için,

Beyaz duvarlar ve boş kafaları doldurmak için,

Benliği belletmek, iradeyi tazelemek için,

Çok geçmeden aktif ve kollektif.





resim aktifkollektif'ten alınmıştır.

git ve gör:

http://aktifkollektif.blogspot.com

11 Kasım 2008 Salı

anatomi


İnsanın bir birey hali, bir de insanlık hali var sanki.


İnsan bireyken, devamlı kendinin farkında olmak zorundaymışcasına, kendinden sıyrılıp, kabuğuna tepeden bakıyormuşcasına tutumludur. Düşünceleri tutumludur, bedenini israf edemez, alanı dardır. Sıçrasa sıçrasa seksekteki bir adım sonrasına sıçrayabilir.

İnsanlık hali ise tamamen rastgeledir ve ne yazık ki kendini tesadüfi gösterir. Rezil olmak, bireylikten sıvışma payıdır ve kazara varolabilir.


Kendini; kabuğunun dışında, tepede uçuşarak izlemeye kaptıranlar, bunu insanlık halinin keyfine yeğlerler ve zaten bir süre sonra insanlık halini unuturlar. Mağlub ve mağrur birer vatandaş, tutumlu ve dikbaşlı birer birey olurlar. Otobüste bir et yığını, kaldırımda tek bir makas, evde uyurgezerler olurlar ve toplumsal hayatı kareli defterler ile yaşarlar. Böylece birey olmak kolaylaşır, insanlık hali geri dönülemeyecek bir kapı olur ve kimse gerçekten yalnız kalamaz.

16 Ağustos 2007 Perşembe

çarşaf ve sonsuz işaretler dizisi.


Bugün otobüste iki sıra önümde çarşaflı bir kadın oturuyordu. Ben bindiğimde otobüste değildi, ne ara gelip oturdu,bilmiyorum. O yöne bakmama rağmen farketmemişim. A, bu arada bu türban veya -nasıl bir sorunsa o- türban sorunuyla alakalı bir yazı değil, söyleyeyim. Kimin vücudunu nasıl örttüğü beni ilgilendirmiyor, kadının vücudunu politikaya bile sokup, kadın vücuduna birşeyler sokulmasını engellemek için her cephede, sağında solunda, bu kadar uğraşılması asıl sorun bence. Türbanlı erkek diye bir şey de var,örtülü ödenek gibi oldu, ama nedense hep kadınlar üstünden, kadın bedeninden beslenen siyasal bir söylem var. Bunu hangi siyasi görüş yaparsa yapsın çirkin. Kadınları açalım,kadınları kapayalım. Aç kapa aç kapa artema. İşi zevzekliğe vurdum ama bak konu yine döndü dolaştı. Ben çarşafı bir imleç olarak inceleme fırsatı buldum bugün. Arkadan baktığımda,pencereden giren rüzgarla beraber dalgalan siyah bir kumaştan başka birşey görülmüyordu, ben de şöyle düşündüm. Çarşaf içindekini tamamen kapatıp,kaplıyor. Öyleki hareketleri bile kimsesizleştiriyor, iletişime dair ne varsa yolunu kesiyor. Bunun ilginç bir yönü de var, fark siliniyor. Yani lise üniformasının sınıf farklılıklarını sildiği yönündeki garip iddia gibi bir iddiada bulunmak değil derdim. Ama düşünsenize. Hiç farkedilmeden,bilinmeden herkesin arasında yürüyebilmek ne kadar sıvılaştırıcı. Kocaman siyah bir sonsuzluğun bir damlası gibi süzülmek. Kendinize dair ne varsa görselde dilsizleştirmek. Bunu "kötü" olarak nitelendirdiğimden değil, bu yönde düşünmedim ama burdan bakınca çok farklı tınladı zihnimde. Çarşafı giyenin taşıdığı tüm bu hali çarşafa "ters" bakan kendi başına yüklenmiyor mu? Yani kemalist bir taraftan bakan herkes, çarşafın kadını kimliksizleştirdiğinden dem vuruyor, değil mi? Bunu yaparken aynı zincirleme tekrarlanmış olmuyor mu? "Karafatma" ya da "Karaçarşaflı" denildiğinde neden o örtüye referansla konuşuluyor, eğer içindekini "salıvermek"se dert? Bu durumda çarşafın içindeki önemini yitirmiş olmuyor mu, eğer tüm dert kabuğunu soyuvermekse? Çarşaf,türban, bunlar gerçekte neyi imliyor? Bir dilbilgisi haritasında yeri zamir olacaksa, bu kadınları tam olarak neyden kurtarmış oluyoruz? Kimliksizleşmekten mi yoksa başka olumsuzlukların daha güvenli,daha kadıncıl olduğuna inanılan yeknesaklığına mı? Bence iş, otobüste içindekini merak ettiğimiz çarşafın yanında oturabilmekle başlıyor. (resim: memed erdener)

ps: yazıdaki betimlemelerin amacı kadının örtünmesini meşru kılmak ya da bunu estetize etmek değil, düşünce bulutunu aktarmaktır.

24 Temmuz 2007 Salı

23 Temmuz 2007 Pazartesi

2 Temmuz 22 Temmuz'da










Madımak'ın yıldönümüdür, vücutlarımızı sayı olarak dikelim diye mitinge gittik ailece Kadıköy'e. Mitinglerden medet ummam. Herkes bağırır, bayrak sallar, semboller anlamını yitirir, dışarda kalanı içeri davet etmek,merakını çekmek için bir çabada bulunulmaz. Hatta bana göre, polisin bariyerleri içeride bulunanları çok rahatsız etmemektedir, yani dışarıda olanlardan ayrı tutulmak sadece yer darlığı yarattığı için can sıkmaktadır. Ne bir ölüm sessizliği, ne de karnaval şenliği vardır çoğu zaman. Biz isterdik ki,tek bir bayrak olsun,rengi siyah olsun; ya hep beraber saz çalalım, sesler semaya yükselsin, bizi terkedenlerin kulağı çınlasın; ya da isterdik ki hepimiz susalım,yere uzanalım ve bir iki saatliğine ölelim.Ne mitinge çağrı olsun ne de örgütlenme. Bir anda başlasın herşey ve herkes davetli olsun bu kulak çekmeye. Ama öyle olmadı. 10 Kasım töreni gibi oldu ve bitti. Biz hamasete dayanamadık,geri döndük. Ben miyim tek yabani,bilemedim.Çok mu sabırsızım onu da bilemedim.

Bence mitingdeki en büyük direnişçi sucuydu. Sloganları bastırarak, yanık sesiyle "soğuk suu, burda 50 kuruş,içerde 1 ytlleeee" diye bağırıyordu; çırpınışı en yalın şekilde.Bir başka sucu çocuk etraftakileri süzüyordu, miting bile lüks geliyordu ona besbelli. Polis analarını ağlatıyordu romenleri içeri sokana kadar.


11 Haziran 2007 Pazartesi

bas bas bas


Babası Necla
Ben kıyamam ona
Söyle ona Nazım Hoca
Babası Necla
Ben kıyamam ona
Oynardı düşerdi
Düz yolda tökezlerdi
Arkasını kim beklerdi?
Babası
Necla
Kıyma

Duvarını kim izlerdi?
İzlerini kim sökerdi?
Duvağını kim çizdi?
Babası Necla
Ben kıyamam ona

Binbaşı Necla
Vuramam ona
Nasıl soyunsun suya
Bakmadan dokunana
Babası
Necla
Subaşı
Rütbe alırdı menzil almadan
Vuramam ben ona
Şayet düşerse merdivenden
Dikilirse kapıya
O zaman da anca sırtına
Binbaşı Necla
Vuramam ona