5 Temmuz 2009 Pazar

güzelleme


Kaldırımların Dili Olmak

Şehir, hiç de masum olmayan bir yaşam birimi. Yaşamın, dünü unutturacak, bugüne « şükrettirecek » kadar kahpe olduğu bir sığınaktan ibaret sadece. Kişinin kendi belleğine bu denli nankörlük edebilmesi ancak kapitalizmin yaratıcı yıkımıyla, yani kendine yeni bir tezgah açmak için bir öncekini -ve dolayısıyla onun etrafında zorunlu olarak ya da hasbelkader oluşmuş tüm yaşayışları da- bir fiskeyle ezip geçmesiyle mümkün olabiliyor. Mekan ile belleğin arasındaki bağların bu kadar kolay koptuğu, kendi yaşadığımız evi, sokağı, mahalleyi tanıyamaz hale geldiğimiz tek şehir olmasa da en iğdiş edilmişi İstanbul belki de.

İnsanın kendi varoluşunu dayandırdığı bütün bir harita, kıytırık bir pazarlama taktiği için silinebiliyor. Olmamış, olmayacak bir şehrin bugün kurgulanıp nostaljisinin pazara çıkarılması; yaşayanlarının sürgüne gönderilmesi gündelikleşebiliyor. Mekan sürekli değişse de, mekan üzerindeki iktidar arayışı süreklilik teşkil ediyor. Simgelerin simgelerle çarpıştırılması uğruna, bir parkla bir minarenin, bir çarşıyla bir sitenin, bir tiyatro binasıyla kim bilir neyin karşı karşıya getirilmesi uğruna; binlerce yaşayış, binlerce varoluş, binlerce anı, binlerce imge itekleniveriyor. Kentin sahibi olan « biz » uyurken, bir takım kravatlı, kalın enseli adamlar benim bahçeme, benim sokağıma, evime tecavüz ediyor. Yürümek gibi gündelik ve doğal bir hareket, kolluk kuvvetleriyle didişmenin gerekeceği bir eyleme dömüşüyor, yaya ancak saydam ve sinik olduğu sürece kaldırımda adımlayabiliyor.

Tüm bu hezimet karşısında iş görebilecek, hem gözü hem dimağı doldurabilecek ve klasik-akademik ukalalığın ağzını tıkayıp gerçekten harekete geçebilecek bir savunma da var elbette. Kıyıda, köşede, hep geçmek zorunda olduğumuz bir sokağın kenarında, her sabah manevra yapılan bir kıvrımda hep birşeyler kendini bize dayatıyor. Bu bazen sert bir emir, bazen aklı kurcalayacak bir portre, eğreti bir cümle oluyor. Kendini tekrarlayıp belleklere zorla giren sokak sanatı, en zor geçiştirilebilecek sanat belki de, çünkü her köşebaşında aynı sokak sanatçısının farklı bir yapıtıyla karşılaşınca hafızayı uyandırmak zorunda kalıyorsunuz. «Ben bunu bir yerde görmüştüm » ler, sokak isimlerini hatırlamaya, kişinin yaşadığı yerin haritasını aklına kazımasıyla, varoluşunun fizikselliğine sahip çıkmasına kadar gidiyor. Mal mal (!) reklam panolarını izleyerek değil, gerçek bir şeyler görerek yürümek mümkün oluyor. Yarın bir gün, mahallenizin ortasına fallik bir işhanı dikileceği zaman, onu üç hafta sonra değil, binanın temeli atılırken ve onu alaşağı etmek hâlâ mümkünken farketmeniz olası hale geliyor. Direncinizin geç kalmaması için boyamanız gerekiyor. Yolları kaybetmemek için, şehri okuyabilmek gerekiyor ve graffiti bu okuryazarlığı sağlıyor. Hem de sadece bakmak yeterli. Böylesi kalleş bir yıkıma ancak sokaktaki müdahele yetişebiliyor ve sokağın burada ve herkes için olduğunu hatırlatıyor.

Kenti ağlak bir edebi metinden çok bir manifesto olarak yaşayabilmek için,

Beyaz duvarlar ve boş kafaları doldurmak için,

Benliği belletmek, iradeyi tazelemek için,

Çok geçmeden aktif ve kollektif.





resim aktifkollektif'ten alınmıştır.

git ve gör:

http://aktifkollektif.blogspot.com