29 Ocak 2007 Pazartesi

günün ikilisi / couple of the day



işaretler,Paget işaret sistemine göre mutlu ve üzgünü göstermektedir.

sol mutlu
sağ üzgün











mutluluk yukarı doğru,üzüntü aşağı doğru:Mutluyken birşeyler yukarı çıkıyor,üzgünken birşeyler aşağı iniyor,mutluyken birşeyler alıyoruz,üzgünken veriyoruz. Geri kalan işaretleri de öğreneyim,semiotik bir araştırma olsun.

The signs are from Paget Gorman Sign Speech. Happines is shown upwards whereas sadness is downwards. (It's common in English,"feeling down","cheer up"...) When we're happy,it's thought we're taking something,something is climbing upwards. When we're sad, we give something,something goes down. I would like to learn the rest of the signs, maybe it can be a semiotic-linguistic research for me.

dünün ikilisi/couple of yesterday

resim,havesomehats den aşırılmıştır.
dün bütün gün mayıştık.çok güzeldi.

picture is pasted from havesomehats.

26 Ocak 2007 Cuma

günün ikilisi / couple of the day













MUŞAMBA ve DUŞANBE

Tacikistan'ın başkenti (eski Stalinabad) ve 5 çaylarının başkenti bir arada. Muşamba örtü fotosu yoktu,bu muşamba don resmine kaldık.

Oilcloth vs Dushanbe.
it realy absurd when it's translated to English,so i won't go further.

otto şu an ne izliyor?/what is otto watching right now?


İşte yanda afişi görülen filmi izliyorum.
17 yaşında hamile kalan bir genç kızımız var,kendisi çok yetenekli biçki dikiş konusunda. Madam Melikyan'ın yanında iş buluyor. Madam Melikyan'ın evi çok oyuncaklı, çünkü haute couture'cular için işleme yapıyor, filmde bol bol düğme,kumaş,dikiş,pul,tül,şıngırdayan şeyler olduğu için tuhafiyeci soyguncusunun dikkatini çekti.
Madam Melikyan intihara kalkıştı demin,kız da o hastanedeyken fırsattan istifade evi karıştırıyor.Ama kibarca,çünkü o bir Fransız.
Filme çok güzel mavi,yeşil ve kahverengi tonları hakim. Evin içi ahşap,mobilyalar çok zarif. Zaten Fransızcam çok iyi olmadığı için görsel güzelliğine kapıldım gari.

Kocaman bi tülü,metal pullar ve telle işliyor kız.Çok acaip.

ps:Altyazı koy bütün filmlere hain tv5.olmadı bbc prime gibi teletext ayarı yap,isteyen altyazılı izlesin.

i'm watching the movie of which you see the poster. there's a 17 year old girl who is talented in sewing and embroidery.She finds a job in Madam Malikian's. Her house is really colorful,as she's an embroider who works for haute-couture designers. There are lots of buttons,fabrics,flakes,tulle,and things that rattle and jingle,that's why it attracted the haberdasher robber. Just a minute ago,Madam tried to commit suicide, our girl snooping around in the house.But carefully,coz she's French. Lovely shades of blue,green and brown dominate the movie. The inside of the house is timbered, furnitures are graceful. My French is not so improved, therefore i'm watching it for its visual beauty.

ps:tv 5; i demand that you put subtitles to the lovely films you show, or make it optional like bbc prime does.

25 Ocak 2007 Perşembe

iyi geceler!-good night


yatıyorum ben.
i'm off to bed.

günün ikilisi / couple of the day


FAUST vs. FAUST

goethe'nin faust'u ve krautrock'ın faust'u.

goethe's faust and krautrock's faust.


bugün gördüklerimiz 5/ the things we've seen today 5

Jenny Holzer, Yaşayan Seri, 1891-1982, metal,boya.
-aynı sergi-

Jenny Holzer,The Living Series, 1891-1982,metal,paint.
-same exhibition-


YOU CAN BE A FAT FIGHTER OF FASCISM IF YOU NEVER GET OFF THE COUCH AND REFUSE TO MARCH IN ANY DIRECTION. THIS ISN'T THE ONLY STRUGGLE THOUGH.

bugün gördüklerimiz 4/ the things we've seen today 4


Georg Herald,Eros ve Psykhe,1989. AHşap,naylon külotlu çorap, süpürge, tel, ahşap kutu.


Yapı Kredi,Kazım Taşkent Sanat Galerisi/ Sermet Çifter Salonu'nda görülebilir.(Galatasaray)

FREUD ve ÇAĞDAŞ SANAT SERGİSİ'nden,izin almadan çekilmiştir. (yaşasın sanatta vandalizm)

Georg Herald,Eros and PSyche,1989. Wood,nylon panties,broom,wire,wooden box.

"Freud and Contemporary Art" exhibition, Kazım Taşkent Gallery,Galatasaray.

Photo's taken without permission. Long live vandalism in art.

bugün gördüklerimiz 3/ the things we've seen today 3






gördüğüm en şık berduş.kravatını,beresini takmış,üstü başı tertemiz.sakallar pırıl. belinden,içinde kahverengi bulanık bir sıvı bulunan pet şişe sarkıyor.iple bağlamış.elinde tüm varlığını kaplumbağa gibi taşıdığı torbaları var.

yerden filtre topladı çabucak. ne yaptığını anlayamadım,annem söyledi. o kadar kibar bir berduş ki,gizli gizli,ivedi ivedi topladı izmaritleri,bir yerine sıkıştırdı,apar topar gitti. bir yerlere yetişiyordu. *kadıköy,karaköy iskelesi


this man is the most elegant hobo i've ever seen. he put on his tie and nice beret, his clothes, clean as they can be. his beard is spotless. a bottle filled with muddy brown water hangs from the rope he tied on his waist. he carries the nylon bags with all his havings inside, like a turtle.

he collected fag-ends from the ground. i didn't understand what he was doing. my mom told me. he was such a polite hobo that he collected them secretly and hurriedly,so that people would not see this humiliation. he was in a rush,trying to catch up with something i don't know. *kadıköy,karaköy port.

bugün gördüklerimiz 2/ the things we've seen today 2


böyle bir amca gördüm. plakasıyla gezen. 34 db 5315. gerçek bir kentli bence. hatta protest bir enstalasyon bu adam. öyle olduğunu düşünmek istiyorum. haydarpaşa iskelesinde,elindeki plakayı hep arkasında tutan bir adam.

i saw this man today. with his licence plate. 34 db 5315. i think he's the real "urban". i even think he's a protest installation. i would like to think that he is. a man that holds the licence plate he has always on his back in haydarpaşa port.

bugün gördüklerimiz 1/ the things we've seen today 1

hicri yılbaşınızı kutlarız efem. -erenköy,istasyon.

ps: bu bana çok garip gelmiyor. hepimize garip gelmesi laik standardizasyonla alakalı sanırım.her dinin ayrı zaman algısı var,Anglo-sakson zaman algısına ayak uydurmamak da, direnmek de bir tercih. ray bradbury'nin fahrenheit 451indeki gibi demiryollarında yaşamak, "modern" hayata sırt çevirmek güzel.bu örnekte aldığı şekil hiçbirimizin hoşuna gitmiyor, ve rahatsız edici oluyor.ama aynı sırt dönme. masumane olmayansa diş bilemek,afişin kendisi.manifesto.kaşımak. kaşımaya gerek yok. kutla hicri yılbaşını. (hicri yılbaşı kutlamaları ile ilgili bir kompozisyon yaz ebüzziya evladım.) ben laikliği severim yine de. standardizasyonu takan yok nasıl olsa.

may your new year of the hegira be blessed people. erenköy*station

ps:this doesn't sound so weird to me. it's about the laicist standardization that make it so weird to us. every religion has its own perception of time, it's a choice not to obey the Anglo-saxon perception of time. living by the railroad and turning your back on the "modern" life is beautiful as it is in "fahrenheit 451" by Ray Bradbury. the form it acquires in this example,however,is disturbing to us, we despise it. but it's the same kind of turning-one's-back-. what is NOT so innocent is the banner itself,this scratching and sharpening attitude manifest in the banner. there's no need for grinding ourselves against each other. just go ahead and celebrate your new year of hegira,whatever that means for you. ("ebüzziya my son,write a story telling your family's celebration of the new year of hegira.") i like laicism anyway,nobody cares about the standardization it brings anyway..

yaşasın yeni türk lirası!/long live new Turkish lira!


milli marş la deterjan reklamı arasında bir yerde. güvercin kanatları akıl alıyor. sıfırlar uçuyor.kral öldü yaşasın kral! sıfırlar uçtu yaşasın yeni türk lirası!

somewhere in between the national anthem and the detergent commercial. dove wings blow the mind. 0's are flying. king is dead,long live the king. zero's flied,long live the turkish lira!

duymayan amca


şunu da yazayım yatayım. bir keresinde durakta iki dirhem bir çekirdek giyinmiş amca bana sordu: "para geçer mi 128'de?" geçer. gülümsedin mi bil ki yaşlı amcalar sohbete başlar. tamam. ama bu amca %85 duymuyordu. "kelimeleri ayırt edemiyorum kızım yavaş konuş." pekiy.

amca köy enstitüsünde yetişmiş."eskiden bir pantolonum bir ceketim vardı, yaz kış giyerdim. şimdi öyle mi,takım takım elbisem var." sanırım çok etkilemiş onu kıyafetsizlik, emekli maaşına göre çok şık giyiniyordu.üstelik ipek fuları da yeniydi. yılların acısını çıkar amca!

pasosundan gördüm;adı Saim Yıldırım. Adapazarı'ndaymış,sonra bizim buraya taşınmış. Oğlu vardı galiba,belki bir de kızı. bana bol bol öğüte verdi ama ne yazık ki cümle sonlarındaki "heeeeee" diye nefes verme sesi aklıma kazınmış,tek bir öğütünü hatırlıyorum: "yaşlıların ve evde kalmış kadınların 5 zaafı vardır: inatçıdırlar,cimridirler,alıngandırlar,çocuk gibidirler...."öbürünü hatırlamıyorum.

"emekli bir öğretmen amca dediydi dersin." diyorum amcacım. ama keşke söylediklerinin hepsi kalsaydı aklımda.

bir de yemekten bahsetti.enstitüde kıt kanaat beslenirlermiş. nohut,kuru fasulye ve bulgurdan başka şey yemezlermiş. bir de çok ender tatlı çıkarmış. ama tatlıyı da unuttum. çünkü o sırada amcanın telefonunu alsam mı diye düşünüyordum. enstitülerle ilgili sözlü tarih çalışması olur belki diye.
pis pragmatist otto.

unuttum işte.

ama unutmayın.yaşlılar ve evde kalmış kadınlarrrr....

gel dolmuşta etkileşelim./ let's interact in dolmuş.



karşıya geçmek için çift katlıyı bekliyordum. kaçak dolmuş durdu. dedim ki; "kaçak dolmuş geçiyorsa binmek lazım". Çünkü ne zaman binmediysem otobüs gelmedi,demek ki kaçak dolmuş sürücüleri uyanıklık yapıp,istihbarat şebekesinden öğreniyorlar otobüslerin yolda kaldığını. -yaşasın enformel sektör-

bindim. sarı dolmuşlardan büyüktü.dolayısıyla okul servisi gibiydik.kutulanmış 15 kişi. yanıma orta yaşlı bir hanım ablamız oturdu. kendisi bbc'deki weakest link sunucusuna benziyordu ama daha genç görünüyordu.deri ceketi,yüz hatları ve gözlüğü de görüntüyü tamamlıyordu tabi. elindeki torbalı ustalıkla kavrayışı onun gösterdiğinden yaşlı olduğunu gösteriyordu. yavaştan teyze yaşı gelmişti. sohbet etmeye başladık. teklifsiz gelen sohbet,tatlı olur. yolda kaza varmış bunu öğrendik. kadının bol latifeli konuşmasından sohbetin eğlenceli geçeceğini anladım.diğer yanımda da türk filmlerinden tanıdığım, top sakallı, tepesi kel,uzun yüzlü,ince,kısa boylu figürana benzer bir adam vardı.

bu noktada duralım. adamın üstünde kaşe bir mont,içine mavi gömlek,altında lacivert kumaş pantolon vardı.sakin ve düzgün konuşan bir adam. şimdi adamın mesleğini tahmin edin. sonra kırdığım potta görüşüceksiniz bu adamla.

herneyse.önümüzde bir adam vardı.yanında da başıbağlı bir teyzem. adam vıdır vıdır söyleniyor. bunları asıcaksın-bu memleket böyle zaten- bizim kadar hayırsız toplum olmaz- kimse işini yapmıyor ki kardeşim- salak bu herif salak- diye söylenen, ama bir bok yapmayan insan tipi. üstüne üstlük yanımdaki adam sakince önümdeki adama kızdığı insanlara başka açıdan yaklaştığında, önümdeki adam hemen kıvırıyordu ki bu kaliteli bir uyuz olduğunu gösterir. (büyük ihtimalle kılıbıktı bu adam.) tipi fantasia'daki dionysos u andırıyordu ama nerde onda o sevimlilik. herneyse. yanımdaki kadınla bizi bir gülme aldı. kadın adamı işaret edip,bak bak yine söyleniyor dedikçe,muzipliğimizi tutamıyorduk. bana diyordu ki: "bazı insanlar mutsuz olmak için yaratılmıştır yavrum. bak mesela bu adam öyle. hayatı söylenerek geçiyor. benim kocam da öyledir. sabah kalkar kalkmaz 'ay off' der. halbuki aç değiliz açıkta değiliz.çocuğumuzu okuttuk." hmm demekki tek çocuğu var.tahminim doğru çıktı. büyük ihtimalle çalışan bir kadın bu.

evet o tahmin de doğru çıktı. yoldan yakınıyorduk. "30 yıl,iş için karşıya gittim geldim her gün." dedi. ben de söylenmedim tabi,sadece 2 yıldır periyodik olarak trafikle boğuşuyorum. "nişantaşı,osmanbey,beyoğlu" dedi. sonra iş hayatını anlatmaya başladı. fransız bankasında çalışmış uzun süre. "1985'te açılmıştı ilk" dedi "o zaman önemli iş tabi, lisan bileceksin tecrübeli olacaksın ki işe alsınlar". neyse. fransızlardan bahsetti bana. işyerindeki fransızlar, onunla aynı düzeydeki musevi ve ermenilere iltimas geçiyor, türklere kötü davranıyormuş. bunu anlatırken ermeni ve musevilere değil fransızlara kızdığını ve meselenin odağına onları koyduğunu belli ederek konuşuyordu. bir gün toplantıda bir türk çalışanını çok aşağılamışlar."adamın çenesinden ter damlaları akıyordu" diye anlattı. bizim abla dayanamamış,veryansın etmiş:"nerde kaldı sizin egalite,fraterniteniz?" adama da demiş ki:"sen sorumluluğunu biliyorsun,çok çalışıyorsun kendini niye ezdiriyorsun?"

"şimdi çalışmıyorum,yol yüzünden biraz da,katlanamadım." " artık çalışmıyorum ama çalışmazsan sıkılıyorsun" "çalışsan,parayı harcayacak vaktin yok; çalışmayınca harcayacak paran yok." "anneme gidip geliyorum yine yol çekiyorum.fatih'te oturuyor. gidiş 3 saat, merhaba anne,mutfağa giriyorum,yemek yapıyorum,dönüyorum,e vakit yok ki!"

başka bir olay da şöle cereyan etmiş. fransız amirleri kadından bir şey yapmasını istemiş . ("uzun zaman oldu hatırlamıyorum tabi") ama türk mevzuatına uymayan birşeymiş. kadın da hukukçu. "tabi" diyor "altına ben imza atacağım.hukukçuyum.onlar türk de değil,suçlanmazlar. ben suçlu olacağım,sorumlusu ben olacağım." üstüne gitmişler,yap yap diye."maaşını biz ödüyoruz" demişler. abla yine veryansın :" ben bu maaşı hukuksuz işler yapmak için aldığımı bilmiyordum." adamlar tıs,cevap yok. "fransızlar'ın güzel tarafı bu işte" diyor, "adamlarla tartışabiliyorsun,ama şöven bir millet." daha sonra bir kokteylde amiri teşekkür etmiş;"figen bana çok şey öğretti,anlaşmazlıklarımız olsa da bana çok destek oldu." demiş. figen de-artık adını biliyoruz,gerçi figen tipi de yoktu ama- "teşekkür ederim,ben de sayenizde açıkca görüşlerimi belirtmeyi öğrendim" demiş. "Araplar çok fena bir millet".Onlarla da çalışmış,işi de biraz araplar yüzünden bırakmış."şerefsiz,namussuz,aşağılık ne dersen de araplara" diyor.

pot nasıl kırıldı? köprüde kaza aklımıza gelince,öndeki adam da polisten vızıldanınca,figen'e "ben polisin hiçbir şeyi çözdüğünü görmedim" dedim. o da "di mi ya" dedi. ça çan. yanımızdaki adam da "öyle demeyin,herkes işini yapmaya çalışıyor,yapabildiği kadar " dedi. e figen yaşlı olduğu için jeton erken düştü." a siz polis misiniz yoksa?" adam evet demedi ama anladık. pot kırmıştık. adam güzel bir polismiş,tahmin edemedim. figen de samimi kadınmış, çark etmedi :"ya bu benim başıma hep gelir, hep düşünmeden konuşurum,ama konuşmadan da edemem" dedi,bir iki gülücükle adamın gönlünü aldık. rüşvet olarak da sohbete onu da ortak ettik. "ismail cem vefat etmiş." dedi.figen aaaa diye üzüldü. ben daha ince ve dalgın bir aaa çıkardım. cem'i severdim.r'leri söyleyemezdi,sevimliydi. gözleri de güzeldi. politikacı olarak da efendi bir adamdı. kanser de berbat bir hastalıktı. üzülünmez mi? adam emekli polismiş "güneydoğu'ya 10 senemi verdim" dedi,babası da askermiş. yan bastık. ya dayım gibi travmatik güneydoğu hikayeleri ve buram buram milliyetçilik kokan hatıralar fışkırırsa? hiç istemem sabah sabah. neyse.adam bizi düşünmüş olacak ki,şimdiki hayatını anlattı. "bodrum'a yerleştim emekli olunca" dedi, "bağla'da kalıyorum".figen'in kayınpederi de akyarlar'daymış."vasıf ünal,doktordur,tanırsınız belki,küçük sandalı vardır." "ben bilirim onu ama o beni tanımaz.kahveden tanıyorum,bir kere de akyarlar'a götürmüştüm arabayla" al işte. mini kupır dünya. -mini,çünkü bir mini'ye 18 kişi sığabiliyor.-

çift katlıda sohbet edemezsiniz.etkileşim sıkı biçimde engellenmiş; oturma düzeni izin vermiyor. -bir de kameralar yok mu çift katlılarda! şöfor sıkıldıkça izlesin diye koymuşlar herhalde.birşey olsa nasıl müdahale edecek şoför? otomatik pilot mu var?

tek katlılar da modelden modele farklı bir etkileşim potansiyeline sahip. en eskileri en yüksek potansiyele sahip çünkü koltuklar ikili-arka arkaya değil,yan yana -dizi dizi. (kahverengi deri koltukluları diyorum.) son modeller de idare eder. karşılıklı koltukları var,ama ayaklarımı sıkıştırayım kaygısı varken sohbet edemezsiniz.

bu konuda sosyoloji projesi yapmak kısa vadeli tasarılarım arasındadır.konuyu kapan olursa kızarım.höyt. -allahtan okuyan yok.-

24 Ocak 2007 Çarşamba

alternatif ikili / alternative couple


günün ikilisi / couple of the day















tüm türkler'in çoktan farketmiş olduğu gibi, glam bir stil olarak türkiye'de başlamıştır. AÇPARANTEZ:büyükharfleregıcıkoluyorumgalibakendilerini ayrıcalıklızannediyorlarhepimizkardeşizKAPAPARANTEZ

işte ziggy işte zeki. işte uzay dekoru. işte görkem. işte stil. işte müzik.
david bowie'yi çok severim,akşam yemeğine çıkarsın isterim beni. ilk sorucağım soru da "zeki müren'den ilham almış olma olasılığınız var mı?" olur.

viva glam güneşi.

as all turkish people have noticed already; glam as a style had started in turkey first.

(idon'tlikecapitalletters,theythinkthey'reprivilegedwe'reallequal)

voila ziggy,voila zeki. voila space decoration. voila glamour. voila style. voila music.
i love bowie very much, i would like him to take me out for a dinner. the first question i'd ask woulds be "is there a possibility you were influenced by zeki müren?"

viva sun of glam.

indie böğrüme bir sancı/indie is abb.for "in deep dormancy"


yuck demişken.indie'ye burun kıvırıyorum. inatla. ama ne kadar kıvırabiliyorum meçhul. zaten indie'nin çapını yarıçapını kitlesini kütlesini hala anlamış değilem,her güzele eğilem.

bakıyoruz last fm'e, high llamasdan,belle and sebastiandan,lalipuna'dan,hope sandoval'dan geçilmiyor. emre'nin vıdı vıdı vüdürü vüdürü dediğini duyar gibi oluyorum,ama nasıl olsa okumuyor,hahayt. çok uyuşuk geliyor bana indie,elimde değil.dinlemediğimden değil,etrafımdaki herkes indicik. gel görki bana ya basbascıkıcıkı gerekiyor ya da hopçikhopçik. kalanlar passiflolarım. fazlasını da istemem. kıvırdım burnumu.

-çok inatçı ve çocukca bir tutumun var müziğe karşı zeynep-der emre bana. ben de ona derim ki -yemişim müziği,başlatma içimizdeki çocuğa,gel nayah'ya gidelim iki el dansedelim,olmadı okey çevirelim,hiç olmadı kolaj yapalım-


herşey emre'nin rastalarının kofti çıkmasıyla başladı sanırım. hâla bana diyor ki dub sıkıcı. senin rastaların koftiyse biz naapalım.
kızma emre.şaka şaka.


speaking of yuck.i give indie the cold shoulder. stubbornly. but how cold the shoulder is polemic. i've never been able to sort out the diameter,perimeter any border of the definition of indie anyway.look at my last.fm account (ottomuttu) and you'll see belle&sebastian,hope sandoval,high llamas,lalipuna and stuff.i hear emre murmuring,but maybe not,as he 's not reading this.

i think indie is dormant.(not lackadaisical),i can't help it,it's lazy,cabbagy. not that i don't listen to indie,i occasionally do,since everyone around me is indie. but i need bumbumcheckidupcheckidup or tusschuchktusschuck. those in my list are my passiflora. i don't need more. there. my cold shoulder.

emre would say -you have a childish and stubborn attitude when it comes to music- and i say -f l u c k the music and all that shit about the kid inside us, let's go to nayah and dance a bit, or play some "okey", at least make a collage.-


it all began with emre's phoney dreadlocks. he still says dub is boring. what can i do if the dreadlocks you got were phoney? don't be pissed of emre. it's a joke.

yuck!

ch.4 english translation

speaking of classification freaks, we shall intersect our readings.

"Secular Defilement", a chapter from the book "Purity and Danger", by Mary Douglas has settled my mind. Douglas claims that the concepts like "clean" and "dirty" are socially constructed. The classification system defined by social norms and structures, decides what is clean and what is filthy. Hygene is a justification to this detailed classification, brought to us by modernism. Something "out of its place" is associated with dirt and garbage. The classifications of the religion works like this too. According to the Hindus, the cooked food is contagiously dirty, whereas raw food is cleaner; it stays clean even though it passed from the hands of a member of the lower caste. We, on the other hand; find raw food dirty and wash it over and over again; sometimes even boil it until it's dead again.

Baumann explained the same situation in his article about "strangers". Those who we put in the category of strangers are the ones who we know about,but the ones that are not one of us; they are in the grey zone. They are strangers because we know them enough to classify them. They disturb us because they manifest the delicacy of the borders and the fictitiousness of our identities. (at least, they disturb the fascists.)

(It was also mentioned that Hrant Dink was seen as a threat because he was neither from us nor from them.)

All these intersect with an article in Cogito. Taner Ay slotted some views on the movie "Night Porter", one of which is Gerard Duponts, who sums everything up perfectly:

"Himmler was an agrarian married to a nurse.It must be understood that the concentration camps are the product of the fantasies of a chicken farmer and a nurse. Hospital plus chicken coop: The ghost behind the concentration camps. Millions were killed there,this is not to invalidate the charges against those responsible of the holocaust, on the contrary I want to purify them of the charm of the erotic values that is to be attributed to the concentration camps.

NAzis were,by the worst meaning of the word, housewives.They runned around with brooms in their hands,trying to purify the society of dirt,impurity,everything they found filthy: of Jews,homosexuals,mentally ills,non-aryans,blacks. (...)"

Let's think of all the classifications we make in a day. Thinking about Nazis afterwards is unpleasant,yes. Hygene,massacre and housewives ,side by side,yes,very unpleasant to think.
Think about it.



popstar -Bilinç Akışı blm6/stream of conscious ch6













Andy Warhol'un 15 dakikalığına ünlü olma hikayesinin bu kadar taşacağını düşünmemiştim.
20.yüzyılın en büyük yıldızları Naziler bence.kimse alınmasın.

I never thought Andy Warhol's "fame for 15 minutes" thing could be this extensive. I think the stars of the 20th century are the Nazis. -not to offend anyone-

23 Ocak 2007 Salı

bilinç akışı blm 4/ stream of conscious ch 4 Sınıflandırma,Temizlik ve Ev Kadınları




Tasnif manyakları demişken;tam da yeri gelmişken okuduklarımızı kesiştirmemek olmaz.
Geçen sene soc 102de Mary Douglas'ın "Purity and Danger" adlı kitabının "Secular Defilement" (Dünyevi Kirlenme) bölümünü okumuştum,aklımda yer etmişti. Douglas, "kirli" ve "temiz" kavramlarının toplumsal oluşumlar olduğunu söylüyor. Neyin temiz neyin kirli olduğuna toplumsal yapılanma ve normların oluşturduğu sınıflandırma sistemi karar veriyor. Hijyen ise modernizmden sonra bu ayrıma getirilen bir haklı çıkarma. Birşeyin "yerinin dışında" olması onu doğrudan kirlilik ya da çöp ile bağdaştırmamıza neden olur. Dinin getirdiği sınıflandırmalar da hayatımıza böyle girmektedir. Hindulara göre pişmiş yiyecek kirlilik taşıyabilir, çiğ yiyecek her kast arasında dolaşabilir, başka bir kasttan birinin elinden geçmesi sorun değildir. Bizde ise çiğ yiyecek yıkanır, iyice temizlenir, hatta bazen ikinci kez öldürülene kadar pişirilir.
Baumann da "yabancı olmak"la ilgili yazısında aynı şeye değinmişti. YAbancı olarak sınıflandırdığımız kategoridekiler, gri bölgededirler; bizden değildirler ama bilinmez de değildirler. Onlara yabancı dememizin bir nedeni onları tasnif edecek kadar bilmemizdir. Yabancılar sınırların hassasiyetini ve kimliğimizin kurgusallığını gösterdiği için bizi rahatsız ederler. (en azından faşistleri rahatsız ettikleri bir gerçek.)

AÇ PARANTEZ: Hrant Dink'in cenaze töreninden sonra NTV'de yapılan oturumda sanırım Gazi Üni.'den bir hoca, ya da Arus Hoca emin değilim, Hrant Dink'in niye rahatsız edici olabileceğine dair ipucunun onun "ne bizden ne onlardan" olması nda olduğunu söylerken de tam bundan bahsediyordu. Hrant Dink'in yabancı olarak nitelendirilememesi bazı kafaların kaldıramayacağı kadar rahatsız edici olsa gerek. KAPA PARANTEZ!

İşte tüm bunları kesiştiren Cogito'da okuduğum bir yazı oldu.Taner Ay yazısında Night Porter/Gece Bekçisi filmi üzerine fikirlere yer vermiş. Gerard Dupont da şunları söylemiş ve herşeyi çok güzel özetlemiş:
"Himmler, bir hemşireyle evlenmiş bir tür ziraatçıydı.AÇ PARANTEZ: himmler kılıbıktı bu arada aklıma geldi de KAPA PARANTEZ.Toplama kamplarının, bir hemşireyle bir tavuk yerleştiricisinin ortak fantezilerinden fırlamış olduğunu kavramak gerek. Hastane artı tavuk kümesi: İşte toplama kamplarının ardındaki hayalet.Milyonlarca insan öldürüldü orada; toplama kampı denilen girişime karşı yönetilen suçlamaları geçersizleştirmek için söylemiyorum bunu, tersine tam da toplama kamplarını onlara atfedilmek istenen erotik değerlerin büyüsünden arındırmak için söylüyorum.
Naziler,kelimenin en kötü anlamıyla ev kadınıydılar. Ellerindeki bezler ve süpürgelerle ortalıkta koşuşturup duruyorlar ve toplumu,dışkı,toz ve pislik olarak gördükleri herşeyden arındırmaya çalışıyorlardı: haz düşkünlerinden,eşcinsellerden,Yahudilerden, kanları saf olmayanlardan,siyahlar ve delilerden. (...)" cogito kış-bahar 1996 "Şiddet"
Bir günde ne kadar çok çizgi çizdiğimizi düşünelim. Sonra Nazileri düşünmek kafa bozucu,evet. Ev temizliği,hijyen ve katliam yanyana can sıkıcılar.
Bir düşün.

ps: ev kadınları-SA ev hanımları-SS güzin abla-propoganda bakanı





günün ikilisi / couple of the day



LOLLOBRIGIDA & LOLLOnun kendisi (itself)

Garip bir tesadüf. Kadere bak. Koskoca ilahe. İsminin içinde yeşillik var. Ben gina'yı tanımam.Filmini izlemedim. Kendisini cinerama'nın Gina Lollobrigida adlı parçasından bilirim. O şarkı sevdirmiştir bu kadınımızı.
Lollo'yu ise eve arada bir ev kadınlığımız pörtlesin diye aldığımız "Lezzet" dergisinden tanırım. Bu derginin hedef kitlesini çözemedim.Ama ortahallilere seslenmedikleri kesin. Girit kabağı,Kıbrıs turbu,mor havuç ve lollo gibi sebzeleri burdan öğrendik. İşin garibi hepsi perşembe pazarında var. İşte Lezzet dergisinde de "Kış sebzeleriyle dinç kalın" gibi bir başlık altında, iyice tasnif delisi haline getirilmiş ve sıkıntıdan yemekleri bahçeleştiren üst orta sınıf ev hanımına -ki öyle bişi yok,olsa olsa ev hanımımsısı olabilir- hitap eden tarifler vardı. Hepsi de mor sebzelerle yapılmıştı.Ki kışın sadece lollo,karalahana ve mor havuç mevcuttur. E karalahana da çok seksi birşey değil. Böylece lollo diye birşeyin varolduğunu ve dolmasının yapılabileceğini öğrendim. O günden beri de Lollobrigida şarkısını duyunca mor yapraklara sarınmış çıplak bir kadın geliyor gözümün önüne.


it's a strange coincidence.(coincidences are always strange.) What a destiny! That goddess,with salad in her name. I don't know Gina.I never watched her movies. I just know her thanks to Cinerama's song Gina Lollobrigida, which made me love her.
I know lollo from the recipe magazine "Lezzet" which we happened to buy to strenghten our housewife side. I never understood the audience of this magazine. But it's not for the housewives with avarage income. We learned about eccentric veggies like Cretan zucchini, Cyprus beet,purple carrot and lollo from this magazine. The weird thing is they happened to be bought in our Thursday market.(a weekly street market) There are recipes under the caption "Stay strong with winter vegetables" which adress the uppermidlle class housewives (if there's such women as housewives in uppermiddle class) that have become freaks of classification and make gardens out of dishes out of boredom. All were made of purple vegetables,which are solely purple cabbage,purple carrot and lollo. Purple cabbage is not so sexy. So I learned there existed something called lollo and it can be stuffed. Since that day, whenever I hear the song Gina Lollobrigida, I see a naked woman covered with purple leaves.

tüm bunlar nereden çıktı? (bilinç akışı blm 3,/stream of conscious ch.3)



çocukluk dedim de.
bu zincirin başlangıç noktası bugün mutlu olmam. mutlu olunca da nedenlerini kafamda sıralarım, bu vicdani bir hesaplaşmadır benim için. Adama sormazlar mı "Neden mutlusun?" diye.

1) hava 20 derece ve güneşli. böyle havaya limonata derler.(bob marleyi hatırladım.)
2)uzun zaman sonra bisiklete bindim. yosun kokladım.
3)hrant dink'in cenazesine gidemedim.ama televizyonda gördüğüm ucu bucağı görünmeyen kalabalık beni çok mutlu etti.sanırım birşeyler değişiyor.
4)kafam bulanık değil.yıldızlar görünebiliyor.

bir sonraki durağımız günün ikilisi.


talking about the childhood; the starting point of this chain of thoughts is my happiness. when i'm happy i list the reasons of it in my head, this is the settlement of conscience. Won't they ask you why you are happy?

1)weather is sweet: 20C,sun is shining. we describe the sweet weather as "weather llike lemonade" in turkish.(this reminded me of bob marley)
2)i cycled after a long time. i smelled the scent seaweed brought by the sou'wester.
3)i couldn't go to the ceremony for Hrant Dink.However the crowd that attended the ceremony was unique to turkish social history: it was kilometers long. one couldn't see the end of it. this made me happy. i think things are changing. at last.
4) my head is clear. you can see the stars

our next stop is the couple of the day.

ek!


unutmadan; bu link de okunmalı: http://baraka.gen.tr/node/38
Link ve resim "Çocuklar Yönetimde"ye ait. Çocuklar Yönetimde, Top Anaokulu'ndaki çocukların kurnazlık ve haşarılıkla yönetimini ele geçirdikleri anaokulundaki maceraları anlatıyor.

Ayrıca;Erdal Öz'ün "Benim Küçük Üçkağıtçım"a yazdığı not da dikkate değer: "Kitabı okuyup gerçekten beğenecek olursanız, büyüklerinize de okutun bu kitabı. Acı gerçekleri, bırakın onlar da öğrensinler. Ama bu kitabın çok şeyler öğrettiğini büyüklerinize sakın söylemeyin. SAkın ha. Onlar, gerçeklerin karşısında her zaman sizler kadar rahat olamazlar. Çekinirler. Korkarlar. Kitabı tehlikeli bulmaya bile kalkarlar. Hiç kitaptan korkulur mu diyeceksiniz. Korkulmaz elbette. Ama bakmayın, bir gün onlar da bu gerçeği anlayacaklar."
Tamam,ilk bakışta solcu paranoyası gibi gelebilir. Bence çocukların yetişkinlerden üstün olduğu noktanın gelişmesini sağlayıcı bir tutum: Dürüstlük. Bu çocuklara atfettiğimiz bir şey değildir; çocuklar alışılagelmiş ve dile gelmeyecek kadar kabul edilmiş toplumsal normları henüz benimsemediklerinden yetişkinlerden üstündürler. "Kral çıplak" diyenin çocuk olması şaşırtıcı değildir. Peki bunun pekiştirilmesi kötü mü? Hayır, çocuğun saflığı ve dürüstlüğü topluma ayak uydurmamalıdır, toplum bir çocuk dürüstlüğü ve saflığına hasret duymalıdır.İşte bu kadar!

çocuk kitapları listem (bilinç akışı blm2-stream of conscious ch2)


Micheal Ende dedik, linki de verelim : www.1001kitap.com/Cocuk/cim_dugme_ve_lokomotifci_lukas/cim07atlikarinca.html

Kitabın tümü burdan okunabilir.

Çocukken okuduğum kitaplar olmasa bugün böyle olmazdım. (sağol anne,sağol baba,sağol memo) Çocuk Kalbi gibi vıcık acındırık çocuk klasiklerini okumadım hiç. Daha sonra merak edip elime aldığımda da tat vermedi.
İbret olsun diye çocuğa kitap okutulmaz. Ömer Seyfettin mesela, "Bomba" diye bir öyküsü vardır, ki Milli Eğitim Bakanlığınca tavsiye edilmektedir gor biçimde, ibretin doruk noktasıdır: Şimdi tam hatırlamıyorum, sanırım Ruslarla savaşan milislerden bir adam gidiyor, dönmüyor. KArısı merak içinde. Sonra bir takım milis adamları geliyor galiba, kadına beze sarılı ağır birşey veriyorlar, diyorlar ki:"Bu bombadır,bunu kocan saklamanı istedi, bunu sakın açma patlar.Sakla dursun." Kadın saklıyor ama dayanamayıp bakıyor.(çünkü kadın. erkek akıllı, kadınsa meraklı ve zaafı olan bir yaratık Ömer SEyfettin'e göre) NE GÖRÜYOR? Beyaz beze sarılı şey kocasının kafası! HAdi bakalım. Çocuğa böyle şey okutulur mu!
Ya "Zeytin Ekmek" adlı öyküye ne demeli? KAdın dul kalıyor sanırım, veya kocasından haber yok. Aç kalıyor. Üç beş zeytinle ufacık ekmek yiyor. Başka da varlığı yok. Eski mahallesinden arkadaşı var, süslü püslü, pahalı kıyafetlerle geziniyor. Bizim kızın aklına giriyor. "Erkeklerle arkadaşlık edeceksin" diyor,"namussuzluk bunun neresinde?" Kızcağızın başını hem açlık hem de zenginlik döndürüyor, kabul ediyor. Süslüyorlar püslüyorlar,zengin bir beyzadenin evine. Eğlenceden sonra eve gidiliyor. Kız çok aç. Adam farkediyor. Gece gece yiyecek bir şey de yok. Kızın önüne ne konuyor dersiniz? ZEYTİN EKMEK!! eh be ya. Bu ne acı ! Yazık değil mi bu çocuklara. Vicdan overdose!
Her neyse konumuza dönelim. İşte listem:

Benim Küçük Üçkağıtçım- wernström- cem yayınevi-1978
Çocuklar Yönetimde-dr.gormander-cem yayınevi-1976
Kırmızı Balon-Lamorrisse-cem yayınevi-1975
Şamatalı Köy-Astrid Lindgren-can yayınevi-1990
Pippi Uzunçorap (serisi)-Astrid Lindgren- can yayınevi-1991
İpek Ayaklı Kedi SAtemin-Jutta Richter-Çınar yayınları-1993
Küçük Cadı (isminden daha fazlası var içinde)-Otfried Preussler-Varlık Çocuk-1996
Pimpirik ile Sümsük-Micheal Ende- Kabalcı-1995
Çıplak Gergedan-Micheal Ende-Kabalcı-1995
Baskan Yayınları'nın yeşil sırtlı çocuk kitapları serisi ~1968

Benim Küçük Üçkağıtçım ve Çocuklar Yönetimde isimlerinden de anlaşıldığı gibi içinde kapitalizm eleştirisi barındıran kitaplar. Verilen mesajları bir daha düşündüm; siyasi değiller, toplumsallar ve çocuğun tarafsız siyasi gelişimine engel oluşturmuyorlar. Ama varolan düzen hakkında birşeyler fısıldıyorlar ve bunu da herhangi bir ekonomik sistem,millet veya vatan üstünden vermiyorlar. Kabak gibi,çiğ kıssadan hisseleri yok.Temelde birlik olmanın gücünü gösteriyorlar. E zaten pedogojik açıdan sorunsuz ki annem bana vermiş.
Kitapların ortak yönleri,karakterlerin kişiliklerinin detaylıca anlatılması ve sağlam bir zemine oturtulması. Sıradışı kahramanların en sıradışı noktalarının sıradan olmaları da sık sık vurgulanıyor. Bu küçükken bana çok cesaret verirdi, hele benim gibi kendiyle derdi olan,kendiyle sürekli yarışan bir çocuksanız bu sıradanlığın altının çizilmesi çok önemli.
Kitapları bulursanız okuyun. Ben de bu arada Baskan Yayınları'nın yeşil sırtlı serisinin eksik kitaplarını tamamlıycam. Bir tanesini aldım ama Emre'ye hediye ettim. Onun daha çok ihtiyacı vardı bu kitaba.

Güzel resimlenmiş,içini karıştırırken sizi durduran çocuk kitaplarını almaya çalışın. Fiyatları çok artmış,ben de farkettim. Hiç olmazsa sahaflardan toplayın. Çocuk kitapları güçlü silahlar oldukları için ileride ideolojik safsatayla doldurulabilir, basitleştirilebilir, çocukları kişilikten,bireylikten çıkarıp "agucugucuu" yapılacak dekorlara dönüştürebilir. Bence önlemimizi alalım. ALırken de eğlenelim . Fena mı?

Bilinç Akışı blm 1-Stream of Conscious ch1





-Tuhafiyeci soygunu yapıyorsak, düğme seçeneklerine bakmalıyız diye düşünüp, düğme resimlerine bakarken aklıma gelenlerden bir düşünce zinciri oluşturdum. Kalın yazılmış kelimelerin açılımları bu yazıdan yukarıya doğru tırmanacaktır.-

Düğmelerime küçüklüğümden beri sadığımdır. Fermuarlar tatsızdır, bu konuda mormonlarla aynı fikirdeyim. Babam düğmelerin "mahrem" olduğunu düşünür, hatta yolda düğme bulunca kesinlikle alır; çünkü ona göre düğmeler insanların parçalarıdır. Haksız sayılmaz. Ben de yerde düğme bulunca alırım, ama ben karga soyundan geldiğim için toplarım düğmeleri. Evdeki dikiş kutusunda bir sürü düğme var. Küçüklüğümden kalanların kullanılması yasak. Sıkılınca onlarla oyalanıyordum çünkü. Hatta anneannemde ayrı bir set düğmem var. Çocuk düğmeleri en güzeli,ama plastik oldukları için renkleri çabuk bozuluyor. Sanırım en iyi düğmeler, 1980'lerden kalan pardesü ve ceket düğmeleri. En az 2 santim çapında ve deliksiz oluyorlar, bu nedenle kıyafet düğmesinden çok kurabiye,şeker veya makine düğmesini andırıyorlar. Tamamen mat olanına rastlamadım; ya saydam plastik oluyorlar -ki bu da renkli gölgeler demek!- ya da başka bir renge dönüyorlar.
Düğme hakkında şöyle bir yazı yazmışım:
"Düğme çok bilgili bir eşyadır. Dört delikli santral operatörüdür. Sınırı da yoktur. Başlamaz, bitmez. Ömür boyu başa sarılıp kullanılabilir. Türlü maceraları ses çıkarmadan izler, yerinden kalkmadan gezer ve onlara tanık olur. Bazı durumlarda boynunu bükse de vatanından kolay kolay kopmaz."

Düğmelerden bahsedince aklıma "Cim Düğme ve Lokomotifçi Lukas" geldi. Bu bir çocuk kitabı,yazarı da fevkalade adam Micheal Ende.


-I thought; if we are to make a haberdasher robbery, then we should look at the variety of buttons.So i produced a chain of thoughts while looking at the pictures of buttons.The expansions of the words written bold will climb upwards as pieces of my strem of conscious.-

I've always been faithful to my buttons since i was a kid. I find zippers really unpleasant, i agree with Mormons on this subject. My father thinks that buttons are "intimate", he grabs them if he sees any on the ground when he's walking down the street; as he thinks that buttons are pieces of people. He has a point. I take the buttons i find on the street too, but that's because i'm a crow when it comes to shiny beautiful things.
We have plenty of buttons in our sewing box. I forbidded the use of the ones that remained from my childhood clothes. I used to play with them when i got bored; which i did frequently as a kid. I even got a different set of buttons at my grandma's. The buttons of children garments are the best, but their colors fade easily as they are cheap plastic. I guess the best ones are the buttons of topcoats of 80's. They are at least of 2cm. diameter, they don't have holes on top; therefore they remind you/me of either sugars and cookies or machine buttons. They are never mat, they are either transparent -which means colorful shadows hurra!- or they shine in a different color.
I once wrote about buttons:
"Button is a very wise prop. It is a telephone exchange officer. It has no boundaries. It doesn't start, it doesn't finish. It can be rewinded and used again again eternally. The button witnesses various adventures and travels without even moving. Even though he puts his head down sometimes, he never leaves his homeland. "

Talking about buttons reminded me of a children's book called "Jim Button and Luke the engine driver", by micheal ende, the magnificient man.





22 Ocak 2007 Pazartesi

bir nevi ağıt / some kind of requiem


televizyon izliyordum.

Yıldırım Önal'ın filmini bulduğum için keyfim yerine gelmişti. Bir kanal ileri geçince gördüm. Hrant Dink'i öldürmüşler. Birileri. İşlek bir caddede sessizlik içinde yatan bir ceset. Her gün giyilen,sokakla,kaldırımla yıpranmış bezgin tabanlar bana bakıyor. Kahverengi pantolon. Çaresizlik. Kaldırıma dönmüş bir yüz. Çarpık ayaklar. Beyaz örtü vücudu kapayamıyor. Ayakuçları birbirine dönük.

Örtü kısa kaldı.

-acaba akşamları yorganın altında böyle mi yatardı?-

Bir ölüye ilk defa bu kadar şaşkınlıkla bakabiliyordum.
İlk defa bir ölünün canlı hayali koştu gözlerimde.

Çok değil,bir hafta önce gece eve dönmek için Şişli'de Tolga'yla otobüs bekliyordum. Cadde sessizdi. Aydınlığı bile ürkütücüydü, donuktu. "Böyle cadde olur mu?" demiştim, "ne kadar uğursuz!"
Sonra sınava çalışırken tekrar karşılaştığım Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu...
Cogito'dan şiddet öyküleri. Terör hikayeleri.
Neden göremedim acaba?
- Hergün herkes ölüyor da ondan farkına varamamış olacağım.-
Hrant Dink'i tanımazdım. Yazılarını hiç okumadım. Katıldığı söyleşileri, konferansları dinlemedim.
Ama yaşıyordu işte. Benim için herhangi biriydi. O herhangi birinin ölümü "canıma" dokundu.
Sadece benim canıma dokunmamış olacak ki; benzerini görmediğim bir yürüyüş başlayıverdi.
Olayı erken idrâk eden bir grup insan yürümeye başladı. Ölüyü seyretmekten huzuru kaçanlar da sonunda ne olduğunu anladı. "Hepimiz Hrantız." diyenlerin, alkış tutanların peşine takılıp, kuru kalabalık olmaktan çıktılar. Bir teyze, bir de liseli çocuk gördüm peşlerine takılan. Gülümsedim. Hiç beklemezdim.

Natali'yle yürüdük yağmurda. KAfa dağıtmak istedim. NAtali tanışmış Dink'le. Tatlı bir anısı kalmış.
NAtali ile babası İstanbul'a kar yağınca Kınalıada'ya gidip rakı-balık yaparlarmış, en büyük zevkleriymiş. Katya uyuşuk olduğu için, Celia da soğuğu sevmediğinden gelmezmiş. Baba kız vapur beklerken çay içmek istemişler. Çay içerken de Hrant Dink'le tanışıp sohbet etmişler. Zaten Agos'taki yazılarından haberdarlarmış. O da adaya gidiyormuş.
Kar, vapur , esmer bir adam.
Sen,ben, biz, Dink. Ben tanımazdım.
Natali için de sade, tatlı bir vapur arkadaşlığı.
Hergün ölen birileri. Dink ile dank edebildi kafama: Hayat herhangi birileri ile var zaten.
HEpimizin hayatı birileriyle o kadar ortak, o kadar kesişik, o kadar çakışık ki: Dilimle, böl, ayır, parçala. Öldür. Çıkabilir misin işin içinden? Beyhude. Acınacak kadar komik.
Hepimiz yine o kaldırımdan geçmeyecek miyiz? Orada yatanın hayali durmayacak mı?


i was watching tv.
i was happy to find a yıldırım önal movie.
i saw it when i skipped a channel. someone shot Hrant Dink.Someone. A dead body lying in silence on a crowded avenue.Exhausted soles,worn and torn everyday, staring at me. A pair of brown trousers. Despair. A face turned towards the pavement.Bandy feet. White sheet can't cover the body. Tiptoes facing each other.
Sheet is too short.
-Did he sleep like this under the quilt at night?-
This was the first time i could look at a dead body with such bewilderment.
first time the memory of an alive body runned through my eyes.

Not so long ago, a week before, i was waiting for the bus to home, with Tolga. The avenue was silent. Even with its illumination, it was frozen and scary. "What an avenue!" i said to myself; "how inauspicious!".
Later on the names i met again in the pages i studied: Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu...
Stories of violence in Cogito, stories of terror.
Why couldn't I see it coming?
-Maybe i didn't notice, since everyone's dying everyday anyway.-
I didn't know Hrant Dink very much. I never read his articles. I never listened to a word he said. I never came across to.
But he lived, he was living. He was somebody to me and the death of that somebody hurt me so much.
Apparently, it wasn't just me. A group of people comprehended what's going on earlier and started walking. Then others understood what's going on, disturbed from standing and staring at the dead body. They've joined those who applauded and shouted "We're all Hrant." I saw an elder woman, an highschool student catching up with them. I smiled. I wasn't expecting this.
In the evening, I walked under the rain with Natali. Natali knew H.Dink. She had a sweet memory of him:
NAtali and his father have this ritual they repeated on snowy days; they go to Kınalıada to drink rakı and eat balık. While waiting for the boat, they decided to get a cup of tea to warm themselves. They met Hrant there. Toni (nat's father) knew Hrant from his articles on Agos. He was also going to the island.
Snow,boat,a swarthy man.
You, me, us, Dink. I didn't know him.
A lovely friendship on boat for Natali.
Everyone dying everyday. It occurred to me with Dink: Life exists with somebodies.
Our lives are so connected,so coinciding,so intersecting. Cut,kill,seperate. Can you get out of it? Futile. Pathetically funny.
Won't we pass by that pavement? Won't the memory of the body remain?



cımbız/tweezers

is there left an untold story in litterature or cinema?

çok komik bir soru. bence var. ama şöyle bir durum var; insanlar büyüdükçe, okudukları kitaplar,gördükleri filmler ve etkilendikleri insanlar arttıkça,yani referans grupları büyüdükçe, saflıktan,özden uzaklaşıyorlar. yani 5 yaşında bir çocuk en güzel filmi çekebilecek temizliktedir. hafızayı doldurdukça,cepten yemeye başlarsın; yani hayalgücün genişliyor gibi görünse ,sadece obezleşmektedir.
sanat dışı bir örnek verecek olursak, totaliter rejim kurucusu diktatörlerin çoğu anti-entellektüeldir, çok okumazlar; okuduklarının da işlerine yarayan kısımlarını kullanırlar. Bu nedir? Aslında akıllıca olabilir o kontekste düşünüldüğünde, bu adamlar çetin cevizdir, zihinsel olarak iknaya pay bırakacak şekilde ayarlanmamışlardır,bu nedenle demokrasi, batı gibi konseptler zihin topraklarına tohum olarak atılamazlar.
sanatçılar için de aynı şeyi söylemez miyiz? çok görmüş, çok okumuş, harika bilgi dağarcığına sahip insanlar gördüm, hiçbiri sanatçı değildi, veya olmayı seçmemişlerdi. çünkü obez olmuşlar. dolup taşıyorlar. ne yapsalar başka bir şeyden ilham almış olacaklar, etkilenmemeleri imkansız çünkü çok geniş bir "yelpaze"leri var.
bu nedenle,hikaye bol ama o hikayeleri cımbızlayan biri yok.


this is a funny question.i think there is. however this is the case: as people grow older, as the films they've seen, the books they've read and the people they've been influenced by increases, as their reference groups are widened, they grow away from purity, from their essence, their cores. this means a five year old is better in making movies, a five year old is cleaner in mind. as we fill our memory, we start to spend what we have. even though it seems like our imagination is wider, it's just becomig obese.
if we are to give an example out of arts,dictators who build totalitarian regimes are anti-intellectuals, they don't read much, if they do; they just extract the parts which are benefitial to them.what is this? this might be clever; thinking within the context, these guys are always hard to break, they don't leave any room for persuasion mentally.That's why concepts like democracy and West can't be planted in their mental soil.
can't we say the same thing for the artists? i've seen people with extraordinary repertoire, seen much, read much, know much.None of them were artists in the real sense or did choose to be an artist.because they are obese. they are overloaded. whatever they do it will be within the range of the influences they've collected over the years. there's no chance for them to be pure with such a range.
that's why; there are loads of stories, for those who can pick them up.

open studio

ta da!
sonunda open studio ya katıldım. artık ordan karalıycam. maus kullanarak bu kadarını çizebileceğime bile inanmıyordum. openstudio tam bir çıfıt çarşısı olmakla beraber, interneti gerçekten faydalı bir şekilde kullandığım ikinci yer.birincisi last.fm. open studio içinde bir tuhafiyeci diyebiliriz. her türlü imgelem satılıyor. hepimiz çizelim. küçükken misafirlikte de elimize kalem tutuşturuldu sıkıntımız geçsin diye. şimdi de maus tutuşturuyorlar. ^_^

ta da!
finally i've joined the open studio. i'll be scrobbling there from now on. i didn't believe i could draw even this much with a mouse. openstudio is a complete rag bag, and the second place where i use the web for something useful. first is the last.fm. open studio can be referred to as a haberdasher as well. a range of fantasies are sold. (with a unique currency called "burak".) let's draw altogether.
when we were kids we were handed pencils so that we would stop fussing, now we are handed a mouse.

şekil 1 a / a photo of an old haberdasher in istanbul.
ps:foto indiragandidir,istanbulla ilgili bi siteden.
photo is taken from some site about old istanbul.no copyright,yes photocopy

21 Ocak 2007 Pazar

bence paint gelmiş geçmiş en güzel çizim programı. çiğ renkler plastik imgeler. vıcık vıcık.

e.t.for the imaginary reader:
i think mspaint is the best drawing program ever. colors are frustratingly Yellow Submarine-ish and the images produced are plastic.yucky aesthetics.

this drawing's called/
bunun adı:water my melon sexy dog.
a ha!
haberdasher---> perhaps hapertas; a kind of cloth. origin is obscure.
there's a universal oddity about haberdashers.why?


tuhafiyecinin ingilizce karşılığının (haberdasher) kaynağının belirsiz olması da çok tuhaf.evrensellik bir tuhaflık sözkonusu.

selam sana!/hello!

sonunda bu da oldu. ipliğimi pazara çıkardım. kendi kendime yer açtım. fuzuli de olsa fasulyeden de olsa. tuhafiyeci soymak istemiştim hep. tuhafiyeci niyetine kendimi soyuyorum. tuhafiyeci kalmadı pek.farkeden var mı? -bunu okuyan var mı diye bi sor- tuhafiyecide herşey vardır. insanın hayalgücünü gıdıklayacak herşey. şimdi yok. kalanları da ben soyucam. hadi bakalım. heyamola.

english version for the imaginary reader:
eventually.this has happened too. i've decided to display it all.i've opened a space for myself. even though it is not so offbeat,not so profound. i have always wanted to rob a haberdasher. funny enough,the english word for tuhafiyeci is haberdasher. tuhaf is absurd,weird in turkish. and haberdashers are the most absurd stores.at least in turkey.they sell everything; from pens to wool, from bras to marbles, from bracelets to nails. i wonder where the word haberdasher comes from.
instead of robbing a haberdasher, i'll try to unrobe myself.there isn't much haberdashers left.does anyone notice? does anyone even read is,is the right question perhaps. there's everything in an haberdasher. everything to tickle your imagination.and now there's none. if there's any, i'll rob them anyway. let's see.